Pages

24.1.16

yaz geçer

deliliğin sınırı yokmuş, yaşayarak gördüm. bu sefer şanslıydım, içimde mi dışımda mı olduğunu bilmediğim bir şey beni geri döndürdü, yavaş yavaş. o şey olmasa yolu bulamazdım, yol neydi, ışık nasıl bir şeydi, hatırlamıyordum bile. görmüyordum, gördüklerime güvenemiyordum. korkuyordum ve sadece durmak istiyordum, kendimi daha fazla tehlikeye atmamak için.

ve gerçekten duruyordum :) şu an olduğu gibi, yüzümü açık bambu yeşili duvarıma dönmüş şekilde saatlerce yatıyordum. kalkmak dünyanın en zor eylemiydi. hadi, o benim çabamı gerektiriyordu, ama kaldırılmak bile öyleydi. en çok zamana kızıyordum, benim parmağımı oynatasım gelmiyorken, o durmak bilmeden geçiyordu. ben birkaç on saat daha yatmak istiyordum, ama yine sabah oluyordu ve yapılacak birsürü şey, baş edilecek tonlarca acı verici duygu, gidilecek uzak yerler beni bekliyordu. bir yandan da, zaman hiç geçmiyor gibi geliyordu çünkü hiçbir şey değişmiyordu. yaz hiç bitmeyecek, üzüntüm, öfkem ve kaygım hiç azalmayacak, farklı bir güne uyanmayacağım ve başka hiçbir şey düşünemeyeceğim sanıyordum.

gerçekten uzun bir zaman mıydı, yoksa bu duygularımdan dolayı bana mı öyle geldi, bilmiyorum, ama bir anda her şey normale döndü. hava aydınlandı. oysa yaz geçmiş ve sonbahar gelmişti. güneş geç doğuyordu ve erken batıyordu, ama bana yetiyordu. uzun zamandır ilk defa bir şeyin eksikliği canımı acıtmıyordu. yaşadığım yoğun acının yerini başka duygular almıştı ve hatta başka durumlara dair başka duygular... artık mutlu olabildiğim için mutlu olmayı geçtim, alakasız birine kızdığım için, yapmam gerekenleri düşünüp kaygılandığım için, kendi hayatımla ilgisi olmayan bir olaya üzüldüğüm için kendimi öpesim geliyordu.

evet. yaz geçiyordu ve yaz geçmişti. olan olmuştu. bu cümleyi kabullenene kadar canım çıkmıştı, ama kabul etmek rahatlatmıştı. bunu unutmamam lazımdı, o yüzden içimden bunları yazmak gelmişti. iyi ki de gelmişti.

9.1.16

kendine ayna

perks of being a wallflower'ı kimbilir ne zaman izledim, konusunu bile tam hatırlamıyorum. birazcık duygusu kalmış içimde, bir de filmi izleyen herkesin aklına yer eden o cümle: we accept the love we think we deserve.

bir cümleyi birazcık anlamlı bulduğumda illa ki bir yerlere not alıyorum. blogum olur, twitter'ım, telefonumun notlar kısmı, bir defter, başka bir defter... unutuyorum sonra. aylar, yıllar geçiyor üstünden. bir gün içimden geliyor, eski twitlerime bakıyorum ya da eski defterleri karıştırıyorum - literally :) - ve birden beklemediğim bir cümle çıkıyor karşıma. ne zaman yazdığımı, yazarken ne düşündüğümü bile hatırlamıyorum. bazen kendi yazdığıma bile emin olamadığım bu cümleler öyle bir yere dokunuyor ki, mistik bir şekilde zamanı geldiğinde onları tekrar bulabilmem için yazdığıma inanmaya başlıyorum.

içten içe biliyorum. ne yaşayacağımı, neye ihtiyacımın olacağını, neyi duymanın canımı yakacağını... hepsini biliyorum. işte, filmde geçen o bir tanecik cümle mesela, onun senelerce içimde yer etmesi, onca şey yaşadıktan ve birden bire o cümleyi hatırladıktan sonra istemsizce ağzımdan dökülen sözcükler... "evet ya, aynen" diyişim. kendi sesimdeki şaşkınlık, ama aynı zamanda kabullenme... ve hüzün. bütün bunlar her şeyi öyle güzel açıklıyor ki, başka türlü söze dökemiyorum.

diyorum ki, ben bu cümleden tam da bugün, dokuz ocak ikibinonaltı'da, bu kadar etkileneceğimi biliyordum. buna inanmazsam, kimbilir ne zaman, kabul ettiğim sevgilerle ilgili farkında olduğum bir derdim yokken, neyi hak ettiğime inandığımı hayatımda hiç sorgulamamışken ve dolayısıyla kendime yaptığım haksızlıklar zerre umrumda değilken, bu cümleden etkilenmemi açıklamanın bir yolunu bulamam. o yüzden, geriye dönüşler ve geri gelişler ve tekrar geri dönüşler ve tekrar bambaşka şekilde geri gelişler, o kadar, o kadar, o kadar hoşuma gidiyor ki...ve bunu yazarken bile heyecanlanıyorum, acaba ne zaman okuduğumda neler bulacağım yazarken bile farkında olmadığım.