Pages

11.12.14

kendimle konuşmak

diyordum ki, zaten hiç umudum yok ve nasıl olsa bitecek. hatta buna şimdiden alıştım bile, bitmesi hayatıma çok da fazla etki etmeyecek. dramatize etmeye de gerek yok ama, tahmin edebileceğiniz gibi biterken, hiçbir şey beklediğim gibi olmadı. işin tuhafı, farklı hissedişim ve farklı davranışım çok hoşuma gitti. duygularımın ve davranışlarımın tüm ipleri elimdeyken ve ben onlara sımsıkı yapışmışken (ve bu nedenle başka hiçbir şeye tutunamazken) yapmayacağım şeyleri yaptım. yalnızca kendimin güldüğü bir iki espiri mesela. bitmemesine ve hatta daha fazla görüşmeye yönelik birtakım talepler. ilk defa (ya da ikinci?) dosdoğru ifade edilen öfke. ah o öfke. öfke ve kıskançlık. haset yani. tabi haset derken neyden bahsediyorum bilmiyorsunuz ama?

bir başkasıyla konuşmanın, aynı zamanda kendimle konuşmak olduğu bir uzam* - az çok böyle bir şey, evet. sanki benim bir şekilde tamamlamadığım/tamamlayamadığın şeyleri söyleyiveriyormuş gibi. zaten yazmak da böyle değil mi ve bu yüzden o (bir daha yaşanmayacağını sandığım) dokuz ay birden bire tekrar yazmaya başlamadım mı? ve hatta bu yazıyı da o yüzden yazmıyor muyum? bilmiyorum, siz ne dersiniz?

cevabını bilmediğim bir sorunun var olamayacağını düşününce, belli ki kendimi -ve sizi- kandırıyorum aslında. ben bunu da hep yapıyorum. bu konuya girmeden (ya da bir adım girdikten sonra koşarak uzaklaşıp) biraz kitap okuyalım en iyisi, üstteki alıntının geçtiği alttaki kitap yani. zaten bu sıralar öyle kitaplar okuyorum ki, bilinçdışı tercihlerim beni kendine hayran bırakıyor. zaten okumak da biraz kendimle konuşmak gibi.

galiba amaç kendinle konuşmak olunca, ne yapsan fark etmiyor. bu güzel. çok güzel.

*aşk üzerine bir diyalog - eve kosofsky sedgwick

19.9.14

life begins at the end of your comfort zone

bir dönüp kendine bakar, biraz üzülür insan. küçük bir çocuktur gördüğü, herkesten sakladığı, kimsenin sevmeyeceğini sandığı. bir küçük çocuğun nasıl sevilemez olabileceğini hiç düşünmemiştir. o çocuğu kendisinin bile sevdiğinin farkında değildir o an. her şeyi güçleştiren bu farkındalıksızlıktır aslında. 

bazen eve geliyorum ve uyuyorum. birazcık üzgün olsam, gördüğüm hiçbir rüyayı hatırlamayacak kadar derin uyuyorum hem de. sonra uyanıyorum. birkaç saatin daha geçtiğine ve gece uykusuna birkaç saat daha az kaldığına seviniyorum. gece uykusu daha uzun çünkü. daha karanlık. daha sessiz. o sessizlikte, uyumadan birkaç dakika önce, kendi kendime konuşuyor oluyorum. içimden. kimseyi uyandırmamak için. ev çok kalabalık geliyor böyle zamanlarda. dünya çok kalabalık geliyor. düşünecek çok fazla insan var, diyorum, onların da düşüneceği çok fazla insan var. sırf bu yüzden, bir şey yapsam, binlerce, milyonlarca, milyarlarca insanı etkileyeceğimi sanıyorum. haklı olabilirim. olmayabilirim de. mesele bu değil çünkü bir şeyleri yapmama nedenim de bu değil. mesele şu: ben kendi hayatımın değişmesini istemiyorum. evdekiler gece uyanmasın en basitinden. sabah kalkınca hiçbir şeye üzülmemişiz gibi kahvaltımızı yapalım. kendimizi yıllarca ne kadar sevgisiz bıraktığımıza bile şaşırmadan onlarca kişiyle gülelim, eğlenelim. günler birbirine o kadar benzesin ki, hiç zaman geçmedi sanalım; sonra geri dönüp baktığımızda geçen zamana inanamayalım. 

kulağa ne kadar güvenli geliyorsa, o kadar durağan bir şeyden bahsediyorum aslında. yalnız bir şeyi unutuyorum herhalde: hayatın doğası gereği durağan olmadığını; dolayısıyla, beklediğimin aksine hareketsizliğin sonunun da güvensizliğe çıkacağını. buradan söylemesi kolay, uygulaması zor bir sonuç çıkıyor tabi. hareket etmeye karar verirsen, değişimin yönünü de ayarlayabilirsin. yani, ayarlayabilirim. bilmiyorum, başkasına söylemek daha kolay. 

o çocuğu sevebilmek için, o çocuğun sevildiğini hissetmem, görmem gerekiyor bence. bu yüzden, bunu bu zamana kadar ne yaparak engellediysem, onları bulmaya çalışmakla harekete başladım. bir şeyler buldukça neler yapmış olduğumu görüp üzülüyorum, biraz daha uyumak istiyorum. yeterince uyuduktan sonra bir adım daha atabiliyorum. yavaş yavaş gidiyorum. 

5.9.14

birkaç küçük kız

bugün küçük bir kız, en büyük dileğimi sordu. "gerçekleştirebilecek misin?" dedim, kafa salladı. evet anlamında. ben de "o zaman uçmak" dedim. gözlerini kapatıp uçtuğumu hayal etti; "oldu" dedi ama sonrasında çok kötü bir seçim yaptığımı söyledi. haklıydı.

başka bir gün, başka bir küçük kız bana erkek arkadaşı (",) ameliyat olacağı için ne kadar çok üzüldüğünü anlatıyordu. sonra bana "senin erkek arkadaşın var mı?" diye sordu. yeni ayrıldığımızı öğrenince "olsun, senin kalbin güzel" dedi. o da haklıydı. 

bir gün de yine küçük bir kız, saçlarımı boyatmış olduğumu söyledi. "boya değil" dedim, inandıramadım. "küçükken de mi böyleydi?" diye sordu.  küçükken daha sarı olduğunu söyledim. "demek ki," dedi, "annen küçükken saçlarını boyamış"... ve haklıydı. 

küçükler zaten her zaman haklıdır; o yüzden alın bir çocuk karşınıza, uzun uzun konuşun. bırakın sizi bekleyen işleri, yaşıtlarınızla yapacağınız şikayet dolu konuşmaları, aramanız gereken bankayı... bir çocuğu biraz dinleyince hayal kurmayı eskisi kadar önemsemediğinizi, neye ihtiyacınızın olduğunu ne zamandır göz ardı ettiğinizi, kendinizi bir türlü iyi göremediğinizi ve bütün kanıtlar aksini gösterse bile inandığınız şeyin arkasında durmayı bıraktığınızı daha iyi anlıyorsunuz.

en büyük dileğim, clara olmak. bence bu sefer oldu.

2.9.14

yazmanın birinci kuralı...

yazmanın birinci kuralı, nasıl yazdığınla ilgili düşünme. 
yazmanın ikinci kuralı, nasıl yazdığınla ilgili düşünme.

herhangi bir şeyin ilk iki kuralı bu olmalı bence. chuck palahniuk kusura bakmasın. nasıl yazdığımızla, nasıl güldüğümüzle, nasıl konuştuğumuzla ilgili düşünmesek zaten bunun hakkında konuşmak zorunda hissetmeyiz kendimizi. o kendiliğinden, doğal bir şekilde olur zaten. uçmak bile öyle, douglas adams haklıymış. haha. delirmiş gibiyim. palahniuk'u haksız çıkardım (diye/zannedip) mutlu oluyorum. adams'ın bana destek olduğunu hissedip havalara uçuyorum. 

- aah ! bari bi uçakta olsaydım şu an.

aynısını bir de geçenlerde benim önceden düşünmüş olduğum bir şeyin lacan tarafından -tabi ki de kendi özgün tarzıyla- söylendiğini fark ettiğimde yaşamıştır. m. 

- son zamanlarda o kadar çok bildirme eki (-dır) kullandım ki son günlerde, -tı dan sonra r'ye gidiyor elim.

nerede kalmıştır. m ! M ! lacan diyorum, benim dediğimi demiş. neydi hatırlamıyorum tabi. ama sonuçta lacan'la benzer düşünen bir yanımız var demek ki. bunun benim için neden önemli olduğu konusuna girersek çıkamayabiliriz, korkarım. ilk aklıma gelenlerle bile (bkz: yalnızlık duygusu) (bkz: onaylanma ihtiyacı) (bkz: başarısızlık korkusu) (bkz: ve benzeri) sayfalarca yazı yazılır, süreç ele alınır. oysa bunların yeri burası olmamalı. baktığın zaman herkes okuyor. 

- haha ! düşleme gel.

cidden bir gün beni kaç kişinin okuduğu kaygısını bırakıp (kahrolsun bağzı istatistikler!) ve elimi kolumu nasıl kaldırdığımı, nasıl cümle kurduğumu, nasıl güldüğümü ve daha da önemlisi başka insanların bunlarla ilgili ne düşündüğünü merak etmekten vazgeçersem... biraz bugünküne yakın bir şeyler çıkabilir belki? 

29.7.14

delik

"ne zaman içime biraz fazla baksam yükseklik korkum depreşir" - m. mungan

evet. "açıklanamayan sebeplerden dolayı, dünyadaki her insan göğüslerinin ortasında büyük bir delikle dünyaya gelir". ama sorun bu değildir. sorun, insanın sadece kendisinin bir delikle dünyaya geldiğini sanmasıdır ya da başkalarındaki deliği görmesine rağmen, onu bir şekilde doldurduklarına inanmasıdır ve kendi deliğine baktıkça içinde kaybolmasıdır. o deliğin olduğundan büyük, olduğundan derin gözükmesidir. insanın hemen o deliği doldurması gerekiyormuş gibi hissetmesidir.

"anı yaşa"cıların, osho'cuların, adını bilmediğim birçok felsefenin, inancın dediğini yapmak o kadar zor ki... hayatı olduğu gibi kabul etmek, duyguların hepsine saygı göstermek, hepsinin ifadesine izin vermek, bu sırada karşımızdakileri de anlayabilmek, affedebilmek, sevebilmek. kendi eksikliğinle telâfi etmeden, kaçınmadan yaşayabilmek. kendinle barışabilmek. bir yandan mide bulandıracak kadar yapmacık geliyor bu kelimeler. fazla kullanılmaktan anlamlarını kaybetmiş gibi. hangi köşeyi dönsen aynı kelimelerle karşılaşacakmışsın, o nedenle artık hiç şaşırmayacakmışsın gibi. bu, tam olarak, her sabah uyandığımda gördüğüm "go confidently in the direction of your dreams; live the life you've imagined" kelimelerinin yan yana geldiklerinde hissettirdiği şey. yapacak işler, yetiştirilecek ödevler, çekiştirilecek insanlar, öfkelenecek durumlar varken kim uğraşır bunlarla? kim gitmiş hayallerinin peşinden, kim kabul etmiş eksikliğini? kim istediği hayatı yaşıyor?

bu sorular, bu inançsızlık, bu öfkeye bağlılık, tam da bir şeylerin düzelmesini, hayallerin gerçekleşmesini, gerçekleşmeyen hayallerin kabullenilmesini, başkalarını geçtim, insanın kendini affetmesini engelleyen şey. onun da anlaşılır nedenleri var, biliyorum. anlamak için, öncelikle çok büyük gözüken o deliğe bakabilmeye başlamak gerekiyor. sonrası geliyor, sanırım. umarım.

26.7.14

bugün kendin için ne yaptın?

bu, aslında bir süper kahramanın öyküsü ve diğerlerine çok benziyor. tek bir farkla.

bir varmış bir yokmuş. bahsi geçen süper kahramanın süper gücü, kendini kurtarmakmış. bu güç, dışarıdan bakıldığında basit, komik ve daha da kötüsü bencilce gözüküyor; bu nedenle, kimse bu kahramanı ciddiye almıyormuş.

kahramanımız, ki aslında kendisine "süperben" denmesini tercih ediyormuş, çocukluğundan beri anlatılan hikayelere, gösterilen filmlere ve inanmasının beklendiği bir gün bir kurtarıcının geleceği fikrine karşı gelip içinde bulunduğu sıkıntılı durumları değiştirmek için en çok çabalayacak olanın kendisi olduğunu savunduğundan beri birçok olumsuz tepkiyle karşılaşmış. ilkokul arkadaşları, süperben'in, neden superman'i, spiderman'i ve diğer ünlü süper kahramanları sevmediğini anlayamıyor, onu okuduğunu anlamamakla suçluyorlarmış. süperben ise, arkadaşlarının neden böyle düşündüğünü tahmin edebiliyor ve onlara kızmıyor; aksine zamanla anlaşılacağını düşünüyormuş. ancak büyüdüğünde de işlerin pek değişmediğini; insanların, başkasından yardım beklemeden kendi kendini kurtarmak isteyen bir kişiye ahmak gözüyle baktıklarını ve bir insanın bunu gerçekleştirmeye çalışmasının anlamsız olduğunu düşündüklerini fark etmiş. kimisi, işi daha ileriye götürerek, bu özelliğin bir süper kahramanlıktan ziyade aşağılık bir özellik olduğunu üstü kapalı veya zaman zaman tamamen açık şekillerde belli etmiş. süperben bu tarz tepkiler üzerine zaman zaman kendinden bile şüphe edip bu gücünden vazgeçmeye ve başkalarının ihtiyaçlarını karşılamaya, onları içinde bulundukları durumlardan kurtarmaya çalışmaya başlamış. tekrar kendi süper gücüne sahip çıkmaya başlaması, kurtardığı hayatların nasıl da dönüp dolaşıp aynı durumlara girdiğini ve tekrar nasıl da birileri tarafından kurtarılmayı beklediğini fark etmesiyle olmuş. anlamış ki, insanların büyük bir çoğunluğu aslında birçok şeyden şikayetçi olabilir, ancak öne sürdükleri bahanelerle bunları değiştirmeyi denemekten bile vazgeçebilirlermiş. bunların, aslında kendi başlarına değiştirebilecekleri ama bir şekilde, bir nedenden dolayı değiştirmemek için uğraştıklarını görmek bile istemiyor; bu ima edildiğinde ise, deli gibi öfkeleniyor, bazen baygınlık geçiriyor ve hemen bir doktor eşliğinde hastaneye kaldırılmayı bekliyorlarmış.

böylece süperben insanları ve onların hayatlarını değiştirmenin filmlerde gösterildiği kadar basit olmadığını, hatta zaman zaman insanların bu tarz girişimlere sırf şikayet etmelerine engel olduğu için kızabildiklerini görmüş. bu nedenle de, çocukluğundan beri yaptığı gibi, kendine dönüp hayatında nelerin devam etmesini, nelerin devam etmemesini istediğini, bunlar için neler yapabileceğini ve bu konularda kimlerden nasıl destek alabileceğini düşünmeye; sürekli bir şikayet halinde olmamak için çözümler üretmeye ve sırf kendi için bir şeyler yaptığını görebilmek için çabalamaya başlamış. kendi hayatında mutsuzluğuna neden olan durumları değiştirdikçe, ortadan kaldırdıkça ya da o durumlardan uzaklaştıkça ve mutluluğunu arttıran şeyleri bularak onların hayatında daha fazla olmasını sağladıkça kendisini tekrar bir süper kahraman gibi hissetmeyi başarabilmiş. yine de heeeeerkesin yapmakta zorlandığı bu süper gücüyle, insanlara aslında ne kadar mutlu ve kendi olabildiğini göstermeyi de ihmal etmemiş ve böylece bu süper gücünü başkalarının yararına da kullanabilmenin yolunu bulmuş.

süperben, her gece uykuya dalmadan o gün kendi için yaptıklarını düşünüyor ve ertesi gün önüne çıkacak fırsatları sabırsızlıkla bekliyormuş.

- çok mutlu son (",) -

25.5.14

her şeyin başı...

"Her şeyin başı sağlık değilmiş, sanmakmış.

...

Birinin sana baktığını sanırsın, hooop bir bakmışsın ki bütün gün onu izliyorsun. Sana bakmasının nedeninin senden hoşlanması olduğunu sanırsın, ertesi gün aşık olmuşsun bile. Yanından geçerken seninle konuşmak istediğini de sanırsın hatta, sırf bu yüzden gidip konuşursun. Reddedilince bile naz yaptığını sanırsın. Seni sevdiğini ama ailesi mafya tarafından kaçırıldığı için tehdit edildiğini bu yüzden sana açılamadığını da sanırsın.

...

Dediğim gibi her şeyin başı sanmak. Sen sandıktan sonra ihtimaller şelale."

demişler günün birinde. okumalara doyamadığımdan, burada da dursun istedim.

kedi

şu an olduğu gibi, evin soğuk olduğu ama üzerime birazcık güneş vurduğu zamanlarda, kendimi kedi sanıyorum. sıcacık bir yerde, biri gelip karnımı okşayana kadar uyuyabilirmişim, sevdiklerimin ayaklarının dibinden ayrılmayabilirmişim gibi geliyor. bu hissin geçmemesi için, güneşin önüne bir bulut gelmesin diye dua ediyorum. pardon, bir bulut güneşle aramıza girmesin diye desem daha doğru olur.

herhangi birinden daha farklı değilim aslında. biraz soğuk olunca, güneşi özlüyorum; biraz sıcak olunca, perdeyi çekiyorum ve bu çelişkili durumun ne kadar büyük bir sorun olduğunu merak ediyorum. bu bizi doyumsuz veya maymun iştahlı biri yapar mı bilmiyorum ama böyle tanımlanmanın çok dert edilesi bir şey olduğuna da inanmıyorum. tek korkum, mızmızlanıyormuşum gibi algılanmak; ve biraz geçmiş aylarda yazdıklarıma göz atsanız, aslında ne kadar mızmızlandığımı da görürsünüz.

aylar önce, belli ki henüz içselleştiremediğim "sağlıklı" sesin söylediği gibi, bazen mızmızlanmak da isteyebilirim. bunu kabul ediyorum ama sanki o "bazen"in ayarını kaçırıyorum. grileri tutturmanın neden bu kadar zor olduğunu anlamıyorum. ya hep ya hiç'in güvenli gözüken limanlarında durmak istiyorum, ama artık çok geçmiş gibi hissediyorum. biliyorum, o denizin dibi hep kayalık. bilmediğim sular ise tehlikeli geliyor, aylardır açık denizde yol almayı öğrenmeye çalışıyorum.

neyse, metaforlara daldıkça tatile gidesim geliyor. ya da kedi olasım. ya da tatil yerinde bir kedi olasım.

19.5.14

#günkömürkarası


kendimle savaşıyorum, ki belki aranızda bilmeyenler vardır ama bu, savaşların en büyüğüdür. zihnim, bedenim, duygularım ve hatta anılarım, iki farklı kişi tarafından bölünmüş ve paylaşılmış gibi geliyor bazen. bir yanım bir şey yapmak isterken, diğer yanım onu durdurmak için yapmadığını bırakmıyor. biraz önce, bir önceki cümleyi yazmadan hemen önce, koca paragraf bir yazıyı siliverdim mesela. hiç acımadan. böyle zamanlarda, bir yanım diğer yanımla savaşırken yani, durumun ne kadar çözümsüz olduğunu, içimdeki tarafların öfkesinin hiç azalmayacağını görüp üzülüyorum. bu nedenle, iç savaşlar çok zordur ve iç savaşların kazananı yoktur.

belli bir zamana kadar, yalnızca bireyin önemli olduğunu ve topluma dair hiçbir şeyi anlayamadığımı düşünüyordum. biraz lisans döneminin saflığıyla, biraz içinde bulunduğum dönemin apolitikliğiyle, biraz da kendi üstünlük duygumla, bölüm dışı bütün dersleri anlamsız buluyordum. sonra biraz büyüdüm, birtakım olayların içine düştüm, biraz gözüm açıldı ve biraz da narsisizmim kırıldı. gördüm ki, psikolojik her durum aynı zamanda toplumsalmış da. içinde bulunduğum iç savaş, toplumsal düzlemde de yaşanıyormuş. bunu fark edince, yalnız olmadığımı gördüğüm için yaşadığım rahatlamayı anlatamam. bir de yaşadığım kaygıyı. ben, durmadan attığım ya da atmamayı seçtiğim adımların neye hizmet ettiğini sorgulamakla meşgulken, aynı şeyin toplumsal düzlemde yapılmasının ne kadar zor olduğunu düşünmeye başladım.

insan nasıl da fark etmeden değişiyor. biraz önce isteseydim sosyoloji derslerinden ne kadar yararlanmış olabileceğimi fark edip üzüldüm. birkaç saat önce ekonomiyle ilgili bir kitabı almayı düşündüm. bunları görmek, içimdeki savaşı azaltan şeylerden biri. ihtiyacımız olan, değişimin gelişim getirebileceğini kabul etmek. aynı kısır döngünün içinden çıkmayı bir kez olsun düşünmek, zamanı geldiğinde çok işe yarayabiliyor. bu nedenle, diliyorum ki, soma, bu döngünün parçası değil, zincirin kırılan ilk halkası olsun.


3.5.14

yaktın beni 'aynı yazardan 1200 sayfa' kategorisi !

şimdi. bütün gün kıyas yapma ve kıyaslanmada altta kalma üzerine düşündükten sonra, pinuccia'nın kitap okuma şenliğinin ilk yarısını tamamladığımızı haber vermesi cidden harika oldu ! :p her neyse. bu dönem içinde yaptıklarımı düşününce, ilk on'a giremeyecek olmamı affedebiliyorum. sunumlar, görüşmeler, süpervizyonlar, kongreler, e haliyle gezmeler derken böyle oldu. biraz daha az yoğun bir ay geçirecek olduğumu düşününce de, ikinci yarı için heyecanım artıyor. bakalım ilk bir buçuk ayda neler okumuşum...

  • tavsiyelerine güvendiğim birinin önerdiği bir kitap (10 puan): trevanian - katya'nın yazı - e yayınları - 232 sayfa
  • adında bir çiçek adı olan veya "çiçek" sözcüğü geçen bir kitap (20 puan): alper canıgüz - cehennem çiçeği - april yayıncılık - 221 sayfa
  • sinemaya uyarlanmış ve ardından filmi izlenmiş bir kitap (20 puan): suzanne collins - ateşi yakalamak - pegasus yayınları - 408 sayfa
  • kütüphanemde en uzun süredir bekleyen o kitap (20 puan): j. m. coetzee - utanç - can yayınları - 258 sayfa

bir de aynı yazardan 1200 sayfa kategorisinden, henüz 470 sayfalık kitap okudum ama... puanlamaya dahil olmadığını henüz öğrendim. yine de iyi tarafından bakmak lazım, en azından haziran'daki sıralamada bu konuda çok zorluk çekmeyeceğim :) sonuç olarak, toplaması çok zor olmamakla birlikte, kimseye zahmet olmadan 70 puan kazandığımı da açıklayayım.

o 45 puan benim olacak ! aklıma koydum :)

not: kitaplar hakkındaki çok kişisel ve çok kısa notlarımı da merak ederseniz, goodreads profilime beklerim. ehe.


20.4.14

ben gidiyorum

yeni dünyalar, yaşanabilecek uzak gezegenler bulunuyor. suyu var, özellikleri dünya'ya benziyor. bu haberlerin karşısında, isveç'e gitmenin bana yetmeyeceğini anlıyorum. daha uzağa gitmeliyim. kimsenin beni bulamayacağı, benim bile nereden geldiğimi unutacağım kadar uzağa.

ve içses'im yine devrede. bunun ne kadar mümkün olabileceğini soruyor, gitsem de kendimi unutamayacağımı söylüyor. zaten hep böyle zamanlarda konuşmaya başlasın. kendime haksızlık yaptığımda, kendi canımı yakmaya başladığımda hiç ağzını açmasın, beni korumasın. mmm. şimdi de öyle durumlarda bağırsa bile benim duymak istemediğimi, yine kendi kafama göre hareket ettiğimi, kendimi eleştirdiğimi söylüyor. ah ! ve yine haklı ! bu içses'ler hep haklı.

gitmenin nesi güzel bu kadar, diye sorsanız verebilecek bir cevabım yok. hiç gitmedim. hani gücüm olsa, sinirden insanları camdan atabilecek gibi hissediyordum ya.. bu da aynısı. bir gitsem hiç gelmezmişim gibi. o yüzden belki böylesi daha iyi.


16.3.14

okuma şenliği | bahar 2014

pinuccia'nın ne zamandan beri olduğunu bilmemekle beraber, benim ikinci kez denk geldiğim bir online etkinliği var: okuma şenliği. bugün itibariyle bahar okuma şenliği başlamış bulunmakta ve amaç üç ay içinde belirlenmiş 12 kategoriye uyan kitapları bulmak ve okumak.

tam da ben, bana artık milyonlarca gibi gelmeye başlayan görüşmelerin, günlerce sürüyormuş hissi veren süpervizyonların, sayfalarca yazdığım raporların, film analizlerinin arasından kaçmamak için kendimi zor tutuyorken. evet. artık huzur bulmak için bir nedenim de var.

ben gidip biraz liste hazırlamaya çalışacağım.

ilginizi çektiyse bu eğlenceli etkinliğe sizi de bekleriz, buradan buyrun ! :)

12.3.14

çocuklar uyurken susulur, ölürken değil !


sayende yalnız olmadığımızı, güçsüz olmadığımızı hatırladık. öfkelendik, ağladık, suçladık, umutlandık, hayal kırıklığına uğradık, başkalarının yerine utandık, birbirimize sarıldık, herkese seni anlattık. insan olduğumuzu hatırladık. 

sana bunun yapılmasına neden olanların, sana bunu yapanların bizden ne kadar... açıklamanın başka yolu vardır ama, en temelinde ne kadar farklı olduklarını gördük. bir de güzelliğe, birlikteliğe ne kadar katlanamadıklarını... dedim ya çocuk, bu ülke güzel olan her şeyi yok etmeye çalıştı ama sen, senin yanında olanları, kendin kadar güzel, kendin kadar güçlü yaptın. sana karşı duranların da içlerindeki karanlığı ve pisliği ortaya çıkardın.

artık senin huzurla uyuma, bizim öfkeyle direnme zamanımız. 
elveda berkin ve bütün o duygular için teşekkürler.

28.2.14

en kötüsü...

(demir demirkan - rüzgar)

sandığınız kadar iyi değilim. yapmış olmaktan utandığım onlarca şey vardır hayatımda. bunlar beni daha kötü biri yapar mı, bilmiyorum. bazen büyük bir pişmanlık duyuyorum ve hiçbirini yapmamış olmayı diliyorum. bu dileğim de, diğer birçok dileğim gibi gerçekleşmiyor; çünkü ben gerçekleşmeyecek dilekleri tercih ediyorum. buna birsürü psikolojik açıklama getirebiliyorum; ama hala kendimi anlaşılmamış hissediyorum. içimde karanlıkta kalmış bir nokta; tam olarak kimsenin görmediği, benim bile bilmediğim bir köşe var sanki. bir şeyler oluyor. arkadaşlarım, hocalarım, annem, babam veya kardeşim bir şey söylüyor, bir ışık yanıyor. yine de yeterince aydınlanmamışım gibi geliyor. (demir demirkan - resim) içimdeki odanın dört duvarı yok çünkü. kocaman bir labirent gibi, girintili çıkıntılı. bazı yerler camla ayrılmış ama bazı yerler aynalı. bunlardan dolayı bazı ışıklar küçücük bir alanı aydınlatıyor. bu yüzden utandığım şeyleri yapmış olmamı da bir türlü affedemiyorum. onları bilerek karanlıkta bırakıyorum, aynaların arkasında. 

(demir demirkan - belki) 

aynalar önemli, sandığınızdan daha çok. uzun bir süre odanızda aynaya ihtiyaç duymamanızı, aynalara bakabilecek duruma gelince fark ettiğinizde yaşadığınız şaşkınlıktan daha çok. hep dedik ki, aynaya bakması zordur insanın. sonra dediler ki, ayna görüntüsü dışarıdan görünüşü insanın. yani, kendimiz değiliz ve ufak bir fotoğraf düzenlemesiyle elde edilen "gerçek" simetrik görüntüye de hiç alışmamışız. beğenmiyoruz dolayısıyla (demir demirkan - cevapsız). olduğumuz hali beğenmiyoruz da, başkalarının bizi gördüğü hali beğeniyoruz. kendimize bu kadar yabancıyken de, başkalarını tanımaya çalışıyoruz. 

utandığınız bir şey yapmışsanız ve affetmek bir çözüm olarak bir türlü ortaya çıkamamışsa, geriye iki seçenek kalır. ya hiç utanmamış gibi yapar, davranışın şiddetini arttırırsınız ya da aynısını yapmayı hiç istemiyormuş gibi yapar, davranışı tamamıyla kesersiniz. ikisi de bir işe yaramaz (demir demirkan - göçmen). hiç utanmamış gibi yaptığımda da hiç yapmak istemiyormuşum gibi davrandığımda da, kendimi cezalandırırken buldum kendimi. siz yapmayın diye demiyorum, yalnız hissetmeyin diye diyorum. en kötüsü yalnızlık çünkü. utanç da değil, suçluluk da, anlaşılmamak da, kendini cezalandırmak da... en kötüsü yalnızlık.

(demir demirkan - zaferlerim)

16.2.14

sihirli, büyülü...

küçükken böyle hayal etmemiştim. o zaman da her şey tam istediğim gibi değildi ama sihirli bir şey sayesinde, ben bir gün uyandığımda, beni üzen her şey gitmiş, bitmiş olacaktı. bir tek ben hatırlayacaktım o günden öncesini, kimse o değişimi fark etmeyecekti. bunu istiyordum çünkü hayatta sihirlerin, mucizelerin olmadığını kabullenmeye başladığım yaştaydım ve kimseye o değişimi açıklayamazdım. o yüzden çevremdekilerin bütün geçmişi farklı hatırlaması gerekiyordu. bense her uyandığım gün, giden ve biten bütün üzücü şeylerin farkında olacaktım. sanırım hayatın onlarla nasıl olduğunu unutmak istemiyordum. böylece gitmelerinin ve bitmelerinin ne kadar önemli olduğunu her an hatırlayabilecektim. hatırlamadıktan sonra sihirli bir şeyin ne önemi vardı ki sonuçta?


sonra ne oldu bilmiyorum. arada geçen birkaç senenin hiç farkında olmadığımı şimdi fark ediyorum. sihirli bir şeylerin olmadığını, hayatın olanca aynılığıyla ve sıradanlığıyla devam ettiğini gördüğümde ve bunlarla birlikte de hiçbir şeyin değişmeyeceğini anladığımda küsmüş olmalıyım. o kadar küsmüşüm ki, kimseyle ve hiçbir şeyle ilgilenmemiş; hatta ilgilenmediğimi bile fark etmemişim. değişmeyecek bir şeylerin değişmesini inatla beklerken, değişebilecek şeyleri değiştirmeyi hiç denememişim çünkü küçükken öyle hayal etmemişim. kimseye bu hayalimi söylememişim; kimse de bana bu hayalin gerçekleşmesini beklemem gerekmediğini söylememiş. 

gerçi söylemiş olmaları, neyi neden beklediğimi anlamış olmaları bir şeyi değiştirir miydi bilmiyorum. o kadar hayal kurduktan sonra bu kadar bilinmezliğe nasıl dayandığımızı ise hiç anlamıyorum.

10.2.14

artık kimse yıldızları özlemiyor


gece oluyor. güneş batıyor, ay doğuyor. bazı insanlar dolunay seviyor. ben hilal seviyorum. odamdan gözüken evlerin ışıklarını, akşam üstü bir yanıp bir sönmelerini, geç olunca da tamamen sönmelerini seviyorum. bazen ışığı kapatıyorum, mum yakıyorum ve dışarıdan nasıl gözüktüğünü merak ediyorum çünkü bugünlerde kimse pencere kenarında mum yakmıyor. 

sonra diyorum ki, insanlar neden artık hiç gökyüzüne bakmıyor? kimse neden yıldızların kaybolduğunu fark etmiyor? arabaların, sokak lambalarının, reklam panolarının ışıklarından neden kimse rahatsız olmuyor?

acaba diyorum, acaba hepimiz aynı anda kapatsak ışıkları, hemen görebilir miyiz yıldızları? en ufaklarını ve en uzaktakilerini... merak ediyorum, illa en parlak olanı mı uğurlu olmalı? belki de aradığımız, şimdi göremediğimiz, en parlağın yanındaki ufacık bir yıldız aslında ve biz bu yüzden, her seferinde yanlış yıldıza dilek dilediğimiz için, dileklerimizin çok yakınından geçiyoruz, ama farkına bile varmıyoruz.

çünkü artık kimse gökyüzüne bakmıyor ve yıldızları özlemiyor.

26.1.14

still there. still there. still there. gone.

tatilin, dolayısıyla her güne bir yazı'nın sonuna geldik -iki eksikle de olsa. oldukça keyifli ve verimli bir izin haftası oldu. arkadaşlarımla buluştum, bol bol çin yemeği yedim :) kardeşimle, annemle filmler, diziler izledim. kendi başıma filmler, diziler izledim. kitap okudum, yazı yazdım, azıcık ders çalıştım, yapmam gerekenler listesinden birkaç bir şeyi eksilttim. boş kaldıkça kendime döndüm ama bundan kaçmaya çalışmadım. yalnızca yazmak istediğim bir maili ertelemeye devam ettim. bir gün, yeni mail oluşturma kutucuğunu açacak kadar kararlıydım ama yine vazgeçtim.

bugün de before midnight'ı izledim, her şey çok gerçekti. ikisi de yaşlanmıştı, biz sadece bunca zamandır neler yaşadıklarını bilmiyorduk. geri dönüp baktığımızda ise, çocuklarıyla altı haftalık yunanistan tatiline çıktıklarını görmüş olduk. céline ve jesse bir masanın çevresinde arkadaşlarıyla oturmuş sohbet ederlerken, kendimi o kadar aralarında hissettim ki, benim de bir şeyler anlatasım geldi. otel odasında tartışırlarken, hem céline'in öfkesini hem jesse'nin şaşkınlığını, aynı anda yaşadım ve oradaymışım gibi gerildim. yunanistan'a bayıldım, fransızca'yı ne kadar özlediğimi düşündüm. film bittiğinde garip ve ağır duygularla kalakaldım. üzerine söylenecek çok fazla şey var belki ama üçlemeyi arka arkaya izledikten sonra bir analiz yapmaya karar verdim, bunu da buraya yazıyorum ki, yapmama durumunda bana kanıt olarak gösterebilesiniz. şimdi sizi filmin en güzel sahnelerinden biriyle baş başa bırakıyorum.

"still there. still there. still there. gone."

25.1.14

dünya ağrısı

olur da aranızda gözden kaçırmış olanlar vardır; belki de öykülerini hiç okumamış, o hüznü, hayal kırıklıklarını taa içinizde hissetmemişsinizdir diye, bugün, ayfer tunç'un yepyeni romanından bahsedeceğim size. yolcu olmak isterken hancı olmak durumunda kalan bir adamın hikayesi anlatılıyor dünya ağrısı'nda. okudukça kitabın adına yakışır bir his kalıyor içinizde; bir ağırlık, bir boğulma hissi. henüz bitirmedim; ama dayanamadım, bugün de biraz mürşit'in hayatına konuk olalım, kendimize bir de böyle dönelim istedim...

"... beyninde dönüp duran kelimelerin çoğu ağzından çıkmış değildi. nasıl çıksın ki? beni böyle ağır ağır bitiren şey, hamurumdaki melaldir dese mesela, kim anlayacak ki onu? ya da hayat ve ölüm iki ucundan ateşe verilmiş bir ip gibi karşıt yönlerden yola çıkarlar ve karşılaştıkları yerde macera sona erer dese, kim karşılık verir? zaten dinlemek istemezler. buralılar en çok durgun huzurlarının bozulmasından korkarlar. soyut olasılıklar hakkında konuşmazlar. olmuşu konuşurlar ancak, değiştirmenin imkansız olduğu, yaşanmış bitmiş şeyleri, onları da tahrif ederek, çalkantılı bir dedikodu, şehrin üstünden esip geçmiş bir rüzgar olarak. 

burada hayat çok kısa bir zamanın içinde geçer. dün, dünden önceki birkaç gün, şimdi ve biraz da yarın, o da gelecek zaman kipinin en basit örnekleriyle: gelecek, yapacak, edecek. o kadar"

sf. 69

--

bazı kitaplar hiç bitmese?

24.1.14

masal

mum yakın. mümkünse kokulu olsun.

benim odam buram buram tarçın kokuyor mesela şu an. kardeşimin odası çim, bildiğiniz çim. sessizliği, karanlığı, hiçbir şey yapmadan sadece oturup düşünmeyi seviyorsanız tam size göre. bir de kar yağsa tam olacak.

o zaman size bir masal anlatayım.

yaşlı bir nine varmış, saçları bembayaz, elleri pamuk gibi, yumuşacıkmış. gözlerinin rengini sorsak, bazen mavi bazen gri dermiş ve aslında yalan söylemezmiş. nine en çok sabahları pencereden erken kalkıp işe giden insanların koşuşturmasını seyretmeyi, o esnada demli çayını içmeyi ve geçmişi düşünmeyi severmiş. çok acılar çekmiş, defalarca vazgeçecek noktaya gelmiş, defalarca hiçbir şey düzelmeyecek gibi hissetmiş. her defasında biri çıkagelmiş yanına, vazgeçmeye değmeyeceğini söylemiş, ninenin güçlü olduğunu ifade etmiş. nine o zorlu günlerde bu sözlere hep gülüp geçmiş. o denli acı çekecek kadar güçsüz olan bir insanın nasıl aynı acıyı atlatacak kadar güçlü olabileceğini anlamamış. içinde bulunduğu zor durumlar için hep kendini suçlamış. nasıl olmuş da insanların acımasız olabileceğini düşünememiş mesela, nasıl olmuş da kendini koruyamamış, nasıl olmuş da herkese inanmış... sonrasında ise nasıl olmuş da herkesten uzaklaşmış; kendini bu kadar zayıf bırakmış. aslında her şeyin bir açıklaması varmış, seneler sonra anlamış. olduğu yerden bir adım yana kaydığında bile, her şeyin nasıl farklı göründüğünü fark etmiş. hiçbir şeyin her taraftan aynı gözükemeyeceğini, dolayısıyla hiçbir şeyin tek algılanamayacağını öğrenmiş. sonuç gibi gözüken şeylerin aynı zamanda neden olabileceğini, zamanın doğrusal olmaktan çok, döngüsel olduğunu görmüş. işte tam o zaman aklına yatmış bir taraftan baktığında güçsüz gördüğü kendisinin başka bir taraftan baktığında güçlü olabileceği ve kendisini acıya boğan güçsüzlüğünün, aynı zamanda güçlülüğünün nedeni olabileceği. hiçbir şeyin tek bir kelimeyle açıklanamayacağını kabullenmiş; o yüzden saçlarıyla birlikte rengi açılan gözlerinin de bazen mavi bazen gri olmasını hiç garipsememiş.

(içses: bu benim lan !)

23.1.14

neymiş

neymiş; olur olmaz her şeye koşturup vaktimi deli gibi doldurmamın bir anlamı varmış. bu aslında yaşadığım öfkenin ve kıskançlığın dışavurumuymuş. ayrıca bunlara bağlı olarak, çok iyiymişim, yardımsevermişim, hep güleryüzlüymüşüm. kaygımla baş etmekte zorlandığım yerler varmış ama daha iyiye gitmişim. yine de olumsuz duygularımla daha barışık olmalıymışım. 

ve neymiş; anca duygularını belli edince birbirine yakınlaşabiliyormuş insanlar. herkesin varlığını hissetmek önemliymiş, "o da olmasa da olur" demek olmazmış. herkesin desteği birbirinden farklıymış. herkesle bir şekilde yakınlık kurabilmek gerekirmiş. herkes kimbilir neler neler yaşıyormuş ve kimbilir yaşadıkları ne gibi şeylerden dolayı böyle davranıyorlarmış. 

ben bu zamana kadar bunların ne kadarını düşünmemişim? daha da önemlisi nasıl olmuş da düşünmemişim? 

diyorum ki, iyi ki bu yolu seçmişim. 

22.1.14

"ben burdayım; hadi benle ilgilenin"

her güne bir yazı'yı yalan ettim. ama bugün çok üstü kapalı bir şekilde bir şey anlatcam size.

şimdi, ben "ben burdayım, hadi benle ilgilenin" demenin bin bir yolunu bilenlere ne kadar sinir olduğumu, onları ne kadar yapmacık ve çocuksu bulduğumu yeni anladım. şu anda da çevremde sürekli kendinden bahseden, sürekli sevgi kelebeği olan, insanlara küçük sürprizler yapıp duran, hiç olmadı en ufak şey için sıkıldığı canı anında yüzünden okunabilen birkaç kişi var. bir de sonra, bazen, bütün bunlar çok işe yarıyor ama bu durumdan da suçluluk hissettiklerini söyleyip ilgi almaya devam edebiliyorlar.

ve ben delirme noktasına geliyorum. herkesin ilgiye ihtiyacı vardır; bunu bilmek için psikolog olmak gerekmez. ama herkesin ilgi çekme yolu farklıdır ve insanlar bazen en etkili yolları bulmakta zorlanabilirler. daha da kötüsü, aslında ilgi çekmek için yaptıkları şeyler, kendilerini daha ilgisiz bir durumda bırakabilir. dolayısıyla, ihtiyaçları bir kez daha giderilmemiş olur. bunu fark ettiğinde ise, değiştirmek için psikolog olmak yetmez.

sorun burada başlıyor; öfkemin bir kısmı gerçekten benim aynısını yapamıyor oluşumla ilgili. ay ama kalanı... öeh.

19.1.14

splendor in the grass

pazar gününe özel mutluluk şarkısı.


adamın ağaçtan kurtardığı balonları kızın gökyüzüne bıraktığı sahnede aklımdan geçen tek şey: yoo, hayır, balonlar çok fazla yükseldiklerinde patlamıyorlar, hayırhayır, kesinlikle elimizden kaçan veya bilerek bıraktığımız uçan balonların gökyüzünde buluştuğu, birlikte uçuştukları bir yer var. bu çok hayalperest bir düşünce gibi gelebilir size ama elimde kanıtım olmadan konuşacağımı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. şöyle ki, gerçekten balonlar patlıyor diyelim, gerçekten de hava basıncı düşüyor, balonun içindeki havanın basıncından dolayı lastik gittikçe geriliyor ve balonlar patlıyor diyelim. o zaman, patlayan balonların parçaları nerede? bana söyler misiniz? aranızda yolda yürürken patlamış bir balon parçasına denk gelmiş bir kişi var mı mesela? yok. bu parçaların hiç gökyüzünden süzülerek düştüğünü gördünüz mü? görmediniz. o zaman tartışma bitmiştir; balonlar yükselirken artık üzülmenize gerek yok, gönül rahatlığıyla ve mutlulukla bu güzel manzarayı izleyebilirsiniz.

ama şarkıda da dediği gibi... "maybe i'm a hopeless dreamer, maybe i've got it wrong" :)

18.1.14

yaşasın yıllık izinler

kendime güzel bir ödül verdim ben: bir haftalık izin

zamanlamam manidar; çünkü tam da doktoranın ikinci senesinin en stresli olayının ertesi. evet. dün bütün dönem takip ettiğim danışanlardan bir tanesinin sunumunu yaptım, sondan ikinci sırada. soyadımın azizliği. en azından baştan öyle düşünmüştüm. sonra sunumlar beklenenden uzun olunca hocalar son iki sunuma kalamadı. her zaman diyorlardı da, sunumların değerlendirme amaçlı olmadığını, inanmıyorduk. onlar salondan çıkarken inandım ve rahatladım

rahatladım dediğime bakmayın, en zorlandığım danışanımı sunacaktım. neden en zorlandığıma dair farkındalığımı da yeni kazanmıştım, dolayısıyla aslında kendime hiç güvenmiyordum. yine de sunum güzel geçti. biraz uzattım ama güzeldi yine de. geribildirimlerimi aldım. yerime geçtim ve ağlayasım geldi. dönem bitmişti. aynısından bir dönemim daha vardı ama bunu atlattıysam onu da atlatırdım. ayrıca önümde kocaman bir hafta vardı. yine çok işimin olduğu ama en azından bu sefer uyuyabileceğim, gezebileceğim, film izleyebileceğim, kitap okuyabileceğim ve... yazı yazabileceğim bir hafta ! 

dolayısıyla, bir başka blogumuzda tatillerde yaptığımız, her güne bir yazı'yı yapmaya karar verdim ! bu da haftanın ilk yazısı :) 

not: konu önerileriniz varsa alırım, son günlere doğru baya sıkışıyorum sonra.